Tuesday, September 25, 2007

Bienali Beklerken

[BirGün, 3 Eylül 2007]

Geride bıraktığımız 20 senelik serüveni içerisinde Istanbul Bienali kendi adını sürekli yukarılara taşıyan bir performans sergiledi. Kültür ve Sanat Vakfı’nın diğer etkinliklerinin niteliği, etkisi giderek tartışılır hale gelirken, Istanbul Bienali bir tür prestij kaynağı konumuna yükseldi; küresel güncel sanat dolaşımının dikkatle izlediği, ciddiye aldığı, gelip görmeye çalıştığı bir olaya dönüştü. Finansal kaynakları çok rahat bir seviyeye hiç bir zaman yükselmemiş de olsa, küratörlerin görev almak konusunda hayaller kurduğu, görev aldığında da prestij kazandığı bir etkinlik olageldi. Istanbul kentinin tarihsel hafızası ve günümüzdeki enerjisi, çevre coğrafyalarda yaşanan siyasal çalkantılar ve kültürel dalgalanmalar bu ilginin nedenlerinden biriydi. Son on yıl içinde yaşanan bienal furyasını önceleyen bir tarihte başlamış olması ve böylelikle deneyim avantajına sahip olması bir diğer olumlu etken oldu. Bazı talihsiz sergiler dışında güncel sanatın izlediği yörüngeyi sezen, ya da kimi durumlarda şekil veren performanslar yakalandı. Yerel ölçekteki sergileme koşullarının sıfıra yakın olduğu bir dönemde Türkiyeli sanatçılara işlerini gösterme fırsatı verdi; bunun da ötesinde Istanbul’daki güncel sanat aktörlerinin küresel ölçekte bir iletişime geçebilmesinin başlıca aracısı oldu. Böylesi bir başarı etrafında oluşan aura Bienal’e neredeyse bir ‘reel politika’ boyutu kazandırmış durumda.

Bienal, yani ‘iki yılda bir’ düzenlenen sergi formatı ekonomik ve kültürel alandaki farklı belirleyenlerin biraraya gelmesi sonucunda oluşmuş bir kalıp. Herhangi bir ekonomik karşılığı olmayan (ya da olsa da sergi dahilde satışa sunulmayan) çalışmaları yanyana getiren bir etkinliğin kendine kaynak yaratması gerekiyor. Sadece kamusal kaynaklarla oluşturulan bütçeler içinde yaşadığımız dönemde refah toplumlarında bile giderek olanaksızlaşıyor; devletin güncel sanata tek kuruş ayırmadığı Türkiye’de ise bundan söz açmak bile gereksiz. Dolayısıyla özel sektörden alınacak sponsor desteğiyle bir şeyleri kotarmak gerekiyor. Şirketlerin, finansal kurumların destek vermesi için de düzenlecek etkinliği ‘gösteri’ niteliğine sahip bir ‘olay’ olarak sunmak, tüketilebilir görünürlük kalıpları içine yerleştirmek zorunluluğu oluşuyor. İki yıllık bir enerji bir buçuk aylık bir süreme sıkıştırılıyor. Serginin boyutu geniş tutulurken, izleyicinin alımlama süreci dar bir aralıktan ibaret kalıyor.

Bu noktada uyuşmazlıklar ortaya çıkıyor. Pek çok güncel sanat yapıtının öncelikli amacı zaman içinde bir parantez açmak; izleyiciyi gündelik ritmin, hızın dışına çıkarmak; onu belirli bir konu üzerinde daha derinlikli biçimde düşündürmeye zorlamak. Bienal formatı bu temel amaçlara ters düşen bir boyut ve hızı dayatıyor. Dakikalar, kimi hallerde saatler talep eden onlarca çalışma üstüste yığıldığında izleyici üzerinde bir yorgunluk oluşuyor. Etki yaratmaya çalışan görsellikler, ses efektleri, toplumsal ya da psikolojik tartışma boyutuna sahip temalar birbiri ardına geldiğinde mental bir bulut oluşuyor. Bu alanda profesyonel olarak çalışıyor olmama rağmen on, on beş çalışma gördükten sonra benim bile zihnim bulanıyor, bir an önce mekânda çıkma isteği uyanıyor. Zaten anlaşılmazlık damgasının kolayca yapıştırıldığı bu kültürel ifade alanının iletişime kapalı olduğu yargısına varılıyor. Ya da görsel kalabalığın içinde kolayca tüketilebilecek çalışmalar öne çıkıyor; düşünüm talep eden yapıtlar arada eziliyor.

Başka türden rahatsızlıklar da ortaya çıkıyor: atanan küratörlerin (ve davet edilen sanatçıların) Istanbul yerelliğini ve çevre coğrafyaları tanımak konusunda yeteri kadar enerji göster(e)mediği; açılışa farklı ülkelerden gelen binlerce insanın yerel ortamla olan iletişiminin yüzeysel kaldığı; Bienal dışında düzenlenen yan etkinliklerin ya da sergilerin zayıf kaldığı ya da ilgi görmediği; Bienal döneminde yükselen etkinlik yoğunluğunun Bienal ertesinde düşündürücü biçimde düşüyor olması gibi şikayetler dillendiriliyor haklı olarak.

Kültür ve Sanat Vakfı’nın her yerde bir ‘başarı’ örneği olarak gösterilen bienal formatından vazgeçmesini beklemek anlamsız olur. Yurtdışında aynı kurumun düzenlediği bazı sergiler Vakıf’ın Bienal’e temsili işleve sahip bir tür ‘festivalizm’ perspektifinden baktığını gösteriyor.

Alternatif ne olabilir? Aslında bu formattan farklılaşan iki opsiyon var. Bir yanda etkinliğini bütün yıla yayan; gösterdiği sınırlı sayıdaki çalışmayı izleyicinin alımlamasına, tartışmasına açan; yurtdışından çağırdığı sanatçıya Istanbul’da bir süreliğine kalma fırsatı veren kurumlar… Diğer yanda, kolektif enerjiye dayanan; kurumsallaşma sürecinin getirdiği hantallaşmaya yanaşmaksızın küçük bütçeli ve bütçesiz biçimde çalışan; hızlı, hatta spontan sergiler düzenleyen; izleyicisiyle, mahallelisiyle doğrudan iletişim kurmaya çalışan sanat mekânları. İyi ki bunların örnekleri artık Istanbul’da mevcut.

0 Comments:

Post a Comment

Subscribe to Post Comments [Atom]

<< Home